Türkiye, AB’ye adaylık için başvurduktan 40 yıl sonra resmi aday statüsü kazanmış ve 15 yıldır da AB’ye tam üyelik için düz duvara tırmandırılmaya çalışılıyor.
İdeolojik, etnik ve dinsel düşünen Avrupalılar Müslüman ve Türk olan bir devleti bünyelerine katmak için hiçbir zaman iyi niyetli bir düşünce içine girmemişlerdir. Bazı siyasi liderlerimizin ”Bu bir Hristiyan birliğidir” söylemini haklı çıkartan dini ve ideolojik politikaları görmek mümkündür. Öyle ki, Avrupa’nın desteklediği GKRY ve KKTC arasında anlaşma sağlanması için hazırlanan Annan Planı’nı, Türkiye’nin kabul etmesi halinde üyeliğinin kesinleşeceğini söyleyen Avrupalı üst yetkililer o dönemde bir hayli popülerdi.
Referandum sonucunda Rum halkı % 75 ile plana hayır dediği, Türk tarafı ise % 65 ile evet demiştir. Yani Türk tarafı üzerine düşeni yapmıştır. Planın kabul edilmediği bir ortamda cezalandırılması gereken, küresel alanda tecrit edilmesi gereken GKRY iken, yine cezalandırılan Türk tarafı olmuştur. Annan Plan’ını kabul etmeyen GKRY adeta ödüllendirilerek adayı temsilen AB bünyesine dahil edilmiş, planı kabul eden KKTC yine birliğin dışında kalmak zorunda bırakılmıştır. KKTC’yi yalnızlaştırma ve tecrit politikası devam etmiştir.
Bu referandum sonucuna binaen dönemin BM Genel Sekreteri, Kıbrıs Türklerine yönelik ambargo ve kısıtlamaların kaldırılması için uluslararası camiaya ve Güvenlik Konseyi’ne kuvvetli bir çağrıda bulunmuş, Kıbrıs Türk tarafının kalkınmasını engelleyen ve onları dünyadan tecrit eden uygulamalara son verilmesini istemiştir. KKTC’ye izolasyonların kaldırılması gerektiğini savunan büyük güçler ise, sadece fiili olarak bu söylemleri desteklemişler. Fakat hiçbir şekilde pratiğe dökmek için girilimde bulunmamışlardır.
Aslında Annan Planı’nı kabul etmeyen Rumlar, Türk tarafı için beklenilmez bir iyiliğe imza atmışlardır. Plan kabul olsaydı, Türkiye’nin yasal hakları kısıtlanacak, Kıbrıslı Türkler ikinci sınıf muameleye tabi tutulacak ve Rum hegemonyası bir devlet ortaya çıkacaktı. Eğer ‘EVET ’ deseydik, Rumların bugünlerde yaşadığı ekonomik krizin içinde olacak ve kendi ayağımıza sıktığımızı o zaman fark edecektik.
Devamında biz 450.000 dönüm kadar toprak vermiş olacaktık. Yani plan olumsuz da sonuçlansa olumlu da sonuçlansaydı, Türkiye ve KKTC’nin kaderi değişmeyecekti. Bugün AB’ye tam üyelik için Kıbrıs sorununun çözümlenmesi şartını sunanlar, bu mesele olmasaydı başka bir meseleyi sorun yapacak ve o bahane politikası üzerinden Türkiye’yi kapıda bekletmeye devam edeceklerdi. Avrupa Birliği, GKRY’nin adanın tamamını temsilen AB’ye üye olmasını kabul ederek, Türkiye’nin fiili ve hukuki varlığını ihlal etmiştir. GKRY ise, liman ve havalimanlarını kapattığı ve Gümrük Birliğini ihlal ettiği gerekçesiyle Türkiye’ye 6 faslı kapatmış durumda. Türkiye’nin GKRY’ne limanlarını açmadığı ve ek protokolü uygulamadığı için AB Dış İlişkiler Konseyi 8 başlığa blokaj uygulamaktadır.
AİHM ise Türkiye’yi Kıbrıs Barış Harekatı’ndan dolayı 90 milyon avroluk tazminata mahkum ederek, bu sorunu derinleştirmiştir. Türkiye’nin bu miktarı ödemeyeceğini ve kabul edilemez olduğunu zamanın Dışişleri Bakanı Davutoğlu dile getirerek, kararı tanımadıklarını da beyan etmiştir. Irak savaşında İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin ABD’ye destek vermesi, oradaki suçların ortağı olması anlamına gelmektedir. Peki, neden İngiltere ve Fransa’ya herhangi bir tazminat söz konusu olmuyor da, Türkiye böyle bir sorunla karşılaşıyor? Burada ideolojik, siyasi ve dini duygusallıklar devreye giriyor.
Avrupa Birliği, çoğunluğu Müslüman bir devleti bünyesine katmayacak kadar ideolojik bir saplantı içerisinde. Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesinin ‘Lizbon ve Zürih’ antlaşmasındaki hakkından doğan bir reaksiyon olduğunu göremeyecek kadar ideolojik bir saplantı bu. Türkiye, AB’ye giremeyeceğine emin olduğu kadar Avrupa’nın değerlerine ulaşmayı hedefleyen büyük bir ülke. Türkiye, “insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi, özgürlük” gibi Avrupa değerlerini üst seviyeye çıkarmanın, refah ve huzur içinde yaşatabileceği bir toplum oluşturmanın derdindedir.